Brugge

Adımınızı attığınız anda zamanın durduğu bir Orta Çağ şehri Brugge. İkinci Dünya Savaşından etkilenmeyen ender şehirlerden biri olduğu için, o tarihi dokusunu korumuş, sizi film setinde ya da bir masal diyarında hissettiren âşık olunası şehir… Brugge, çikolatasıyla, danteliyle, birasıyla meşhur ve tabii ki kanallarıyla…

Brugge’a iki kere gitme şansım oldu: biri sonbaharın renklerini doyasıya gördüğüm ekim ayında, biri de sokaklarda hâlâ Noel coşkusunun yaşandığı ocak ayında. İki gezimde de hemen hemen aynı şeyleri yaptım ve bir daha gitsem sanırım yine yapacaklarım aynı olur. Hadi gelin birlikte bakalım Brugge’de neler yapmışım:

Brugge’e Lüksemburg’dan arabayla üç saatlik bir yolculukla ulaştık, ama Belçika’nın herhangi bir şehrine ziyarete gelirseniz trenle gitmenin de keyifli olduğunu okudum birçok blogda. Brugge, küçük bir şehir ve keyfini çıkararak gezmek için 2-3 gün yetiyor. Her iki gidişimde de ünlü meydan Grote Markt’e beş dakikalık yürüme mesafesindeki Novo otelde kaldım. Çalışanların güler yüzlü oluşu ve kahvaltısıyla kalbimi fethetti.

Şehrin o tarihi dokusunu hissetmenin en güzel yolu tabii ki de sokaklarında kaybolmak, İzmir’imin her sokak denize çıkar sözü gibi burada da her sokak bir kanala çıkıyor. Suyun verdiği huzurdan mıdır bilmem ama sokakların kanallarla birleşmesi, beni çok mutlu etti. Yürümeden kaybolmak istiyorum derseniz de at arabasıyla bir şehir turu yapmalısınız. Gerçi yürüseniz de at arabasıyla daha doğrusu faytonla bir tur yapın derim, nal sesleri eşliğinde şehri görmek tarihi dokusunu daha çok hissettiriyor ve size tam bir masal alemindeymişsiniz hissi veriyor. Ayrıca faytoncu size geçtiğiniz yerleri anlatırken şehri tanımak da ayrı keyifli. Mesela Brugge’de evlerin çatıları üçgen şeklinde ve merdivenli gibi, meğer üçgenlerin kenarındaki merdiven dokusu o evin zenginliğinin göstergesiymiş bir zamanlar; çatı ne kadar çok basamaklıysa o kadar varlıklı bir kişiymiş orada yaşayan. Bazı pencerelerin de duvar örülerek kapatıldığını gördüm, bunun sebebi geçmişte alınan pencere vergisiymiş. Evet yanlış okumadınız, evlerden pencere vergisi alınıyormuş; bu yüzden insanlar daha az vergi vermek için pencereleri kapatmışlar. Ve yine bu sebeple evlerdeki yardımcıların odaları çatı katında olurmuş, oradaki küçücük pencerenin onlara yeteceği düşünülürmüş.

Neler yaptım derken, birden tarih dersine başladım, nerede kalmıştık?

Fayton gezisini sevmem, atlar kokar falan diye endişelenirseniz, gördüğüm en temiz atlardı diyebilirim size. Tur yaklaşık 40 dakika sürüyor ve turun tam ortasında atlara dinlenme molası veriliyor, hayvanlar yem yiyor, sularını içiyor sonra tura devam.

Kuzeyin Venedik’i Brugge’a gelip kanal turu yapmadan olmaz diyerek yapılacaklar listenize eklemelisiniz. Havanın güzelliğine bağlı olarak uzun kuyruklar beklemeye hazırlıklı olun. Biz her iki gidişimizde de güne kahvaltı sonrası kanal turuyla başladık, sabah beklemek çok uzun olmuyor. Kanal turu sırasında da yine size kaptan şehrin tarihini anlatıyor.

Faytona bindik, bot turumuzu yaptık, şimdi ne yapalım?

Tabii ki de biraz tadım zamanı ☺ Çikolatasıyla meşhur ve her adım başında karşınıza bir çikolata dükkanı çıkarken ona karşı durmak imkansız. Her damak zevkine uygun farklı çikolataları deneyimlemek ayrı bir keyif, mesela benim en sevdiğim acı biberli çikolata olmuştu, ağzınıza attığınız an, tat tomurcuklarınız bayram ediyor. Bira müzesini de gezilecek yerler listenize eklemenizi tavsiye ederim hem biranın nasıl yapıldığını öğreniyorsunuz hem de müzede bira tadımı yaparken Grote Markt meydanının keyfini çıkarıyorsunuz. Bir de buralarda patates kızartması meşhur diye okudum ön araştırmalarımda ama tavsiye edilen yerleri denediğimde bana çok da farklı gelmedi, bildiğin kızartma işte. Hatta patates kızartması müzesi varmış, kendisi gezilecek yerler listemde yer almadı.

Brugge’deki kanallara Minnewater deniliyor, Minne aşk anlamına geliyormuş yani aşk suyu ve kanalda yer alan Bonifacius Köprüsü üzerinde birbirini öpen çiftlerin ömür boyu beraber olacağına inanılırmış. Brugge’da en fotojenik noktalardan birisi ve işte bu yüzden köprüyü boş bulmak neredeyse imkansız.

Diğer bir gezilecek güzellik ise The Church of Our Lady yani Bizim Lady Kilisesi, kilisenin içerisinde 1504 yılları civarında Michelangelo tarafından yapılmış olan Madonna ve Çocuğu’nun heykeli yer alıyor, ustanın İtalya dışındaki tek heykeli buymuş.

Kaldığımız otelin yakınlığı ile övündüğüm Grote Markt ise Belfry Kulesi ve Brugge Bira müzesinin bulunduğu büyük bir meydan. Faytonlarda bu meydandan kalkıyor, Christmas Market’te bu meydanda kuruluyor. Belfry Kulesi ise 83 metre yüksekliğinde ve 366 basamaktan oluşan ünlü çan kulesi, kuleye çıkmak ücretli. Basamaklardan korkup kuleye çıkmadım ama çıkanlar manzaranın rüya gibi olduğunu söylüyor. Bu arada dikkatli bakarsanız kulenin biraz yamuk olduğunu fark edebilirsiniz, kule yapıldığı günden bu yana bir metre kadar eğilmiş.   

Bir diğer güzellik ise Begijnhof (Ten Wijngaerde) yani Kadınlar Manastırı, bu alan 13.yüzyılda Hristiyan ruhani hareketlerinden biri olan Beguin kadınlarına ev sahipliği yapıyormuş, 1927 yılından itibaren ise rahibelere manastır hizmeti vermeye başlamış ve hâlâ rahibeler orada yaşamaya devam ediyor. Geniş bir bahçe etrafındaki evler, şehrin birçok yeri gibi sizi zamanda geriye götürüyor. Buraya yürüyerek gelebileceğiniz gibi fayton turu yaparsanız, atlarınız dinlenirken de gezebilirsiniz. Atlar için dinlenme yeri bu manastırın girişinin bir köprü uzağında. Manastırın içerisinde oradaki yaşamı anlatan bir müze var, ancak bizim ziyaretimiz sırasında kapalıydı.

İki kere gitmiş olduğum halde gezmediğim yerler de var Brugge’de, mesela Dantel müzesi, ilk gittiğimde gezilecek yerler listemize almamıştık, ikincisinde çok istemiştim ama müze kapalıydı. Bir de Groeninge Müzesi, burada Brugge Sanat Okulu’nun ilk mezun ressamlarının ve Flaman resim sanatının önemli temsilcilerinin eserleri yer alıyormuş ama göremedim, bir daha ki gidişime diyorum. Ayrıca içerisini ziyaret etmesem de binanın yapısı beni büyüleyen Eski St. John Hastanesi var; burası Avrupa’nın bilinen en eski hastanesiymiş.

Tren istasyonuna yakın Koning Albert Park’ı ise yeşillik sevenler için bir başka güzellik. Park’ı ikinci gidişimizde noel ışıklandırmalarıyla gezme şansım oldu ve ışıkların yarattığı atmosfer görülmeye değerdi.

Kendimi geçmişte hissettiğim, sokaklarında kaybolmayı sevdiğim canım Brugge. Bir insan bir şehre âşık olabiliyorsa, ben sana aşık oldum Brugge…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir