Uzun zamandır ilk defa tek bir kitap hakkında yazıyorum sanırım: Babil. Bence bu kitap kendi başlığını hakediyor.
Okuma listemde olan ama kalınlığı gözümü korkutan Babil’i artık okudum, bitti diyebilirim 🙂 Kitap ilk karşıma çıktığında çok merak edip almıştım ve alırken konusunu dahi bilmiyordum. İsmi ve kapak görseli okumaya ikna etmeye yetmişti beni; kitap kulübümüzde de seçilince okuma zamanı gelmiş oldu.
Yazarın okuduğum ilk kitabı. Kurgusunu sevmiş olsam da bence bazı yönlerden eksik. Mesela kitap fantastik olarak sınıflandırılıyor ama Britanya İmparatorluğu’nu anlatarak fantastikliğini bozuyor. Fantastik bir evren yaratılmamış; var olan bir imparatorluğa Babil çevirmenler kulesi eklenmiş sadece, en azından bana öyle hissettirdi. Olayların çoğu Oxford’da geçiyor. Hayali bir üniversite yaratmamış, belki de o yüzden direkt imparatorluk ismi vermeyi tercih etmiştir yazar. Yine de hayali bir evren olsa, üniversitede dahil, daha çok hoşuma giderdi. Kitapta benim için bir olumsuz yansa dipnotlar oldu, çok fazla dipnot var ve okuma zevkimi böldü diyebilirim.
Kitabın konusuna gelirsek: Çin’deki kolera salgınından yetim kalan Robin Swift, İngiliz profesör Lovell tarafından Londra’da yetiştiriliyor. Eğitimi boyunca Latince, Antik Yunanca, Çince, İngilizce öğreniyor. Oxford Üniversitesi Kraliyet Çeviri Enstitüsü yani Babil’de eğitimine devam ediyor. Lovell’in amacı Robin’in Britanya İmparatorluğuna hizmet etmesi. Babil sadece bir enstitü değil gümüş işleme ile gücün de merkezi.
Robin ise Oxford’u bilgiye adanmış bir ütopya olarak görüyor. Robin, Oxford’da Rami, Victoire ve Letty ile yakın arkadaşlıklar kuruyor. Kitabın ilk yarısında bu dört karakterin arkadaşlıklarını, üniversite yaşamlarını ve Babil çalışmalarını okuyoruz. Rami ve Victoire’de tıpkı Robin gibi vasileri tarafından Babil için yetiştirilmiş çocuklar, hepsinin ortak özelliği doğdukları topraklardan uzakta olmaları ve ana dillerinin Babil için önemli olması. Tabii İngiliz olmamalarından dolayı bolca dışlanıyorlar.
Evet, kitabın ilk yarısında bence hiç bir heyecan yoktu. Kitabın ikinci yarısında olaylar ivme kazanıyor ve kitabı elinizden bırakamıyorsunuz.
Kitapta geçen çeviri gümüş işleme olayı çok havada kalmış bence. Kitap boyunca gümüş işleme sayesinde Britanya İmparatorluğu’nun ne kadar güçlü olduğu ifade ediliyor. Sanki yazar “dur bir fantastik öğe katayım o da gümüş olsun” demiş gibi geliyor. Oraya gümüş değil de herhangi bir öğe koysa da olurdu.
Sonuç olarak, bazı noktalar gereksiz gelse de kitabı beğendim ve okumanızı da tavsiye ederim. Kitabın konusunda çok kritik bir önemi olmasa da 6.bölümü ayrı bir sevdim 🙂
“Traduttore, traditore: Bir çeviri eylemi her daim bir ihanet eylemidir.”