Gezdik, gördük, yedik, yorulduk, geldik Küçük Sıpamla ilk yurtdışı tatilimizden… Tatilimizin 3 gününü Midilli’de, 2 gününü Atina’da geçirdik. Minik sıpamla ilk yurtdışı tatilimizde yorulsak da, bundan sonraki tatil planlarımız için güzel bir tecrübe oldu. Hadi o zaman Midilli ile başlayalım tatil anılarına 🙂
İlk gün sabah 5,5’ta özel aracımızla Ayvalık’a doğru yola çıktık, babam sağ olsun bizi Ayvalık Limanına kadar arabayla götürdü, yol otobüsleriyle ufaklığı avutabilir miydik bilmiyorum, özel araçla 2 saat sürdü yol hiç durmadan. Çocuk o saatte uyur ne fark eder diye düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz, sıpam saat 5’te bisikletiyle evin içinde tur atıyordu, arabada önce uyumasa da sonra dayanamayıp uyudu gerçi. Neyse Ayvalık’a vardığımızda Midilli feribotunun kalkması daha 2 saat olduğundan limanda bir şeyler atıştırdık. 9’da feribot hareket edecekti, daha önce bloglarda ön araştırma için gezinirken gümrükte sıra oluyor, saatinde kalkmıyor diye okumuştum. Ama şansımıza sezonda daha başlamadığından ne gümrükte sıra vardı ne de kalkış saatinde bir sapma oldu.
Cunda’nın eşsiz manzarasıyla Ayvalık sahilinden ayrıldık. O sıralarda oğlumla ilgilendiğimden ne yazık ki fotoğraf çekemedim, gezi boyunca da her an makinemle dolaşamadım. Döndüğümüzde resimlere baktığımda da çoğunu yamuk çekmiş olduğumu gördüm.
Midilli limanında indiğimizde bizi beklemediğimiz bir sürpriz karşıladı; limanda belki 50-60 mülteci sığınma hakkı için bekliyordu. Liman ve havaalanı adanın başkenti Mytilene’de. Gümrükten çıkar çıkmaz etrafta sığınma hakkı verilen mültecilerin çokluğu bizi ilk anda tedirgin etmedi desem yalan olur. Zaten merkezde de fazla kalmadık, çarşısında bir tur atıp deniz kenarında yemek yedik. Deniz kenarında 4 tane restoran yan yana, biz ilkine oturduk. Yediğimiz kalamar kızartma bizi çok tatmin etmese de o anki açlığımızda kabak çiçeği kızartması çok lezzetli geldi. Tekrar gidecek olursam ilk restoranı es geçerim. Diğerleri daha iyi olabilir belki. Karnımızı doyurduktan sonra otelimizin bulunduğu Petra’ya doğru kiraladığımız araç ile yola çıktık.
Yaklaşık 1 saat süren, virajlı bir yolculuktan sonra otelimiz Niki Studios Seafront ‘a vardık. Evet, ne yazık ki Midilli yolları oldukça virajlı. Neredeyse düz yol yok. Ve hemen hemen her virajın sonunda da bir sunak vardı. O sunaklar orada trafik kazasında ölenler için yapılıyormuş, eşim bir belgeselde izlemiş; ölen kişinin yakınları sunaklara su bırakıp o kişi anıyorlarmış. Adalıların deli gibi araba sürmeleriyle o kadar sunak olması çok normal sanırım, adamların yol vermek gibi bir huyları yok.
Otelimizde 1-2 saat dinlendikten sonra yemek için Petra’yı keşfe çıktık. Petra oldukça küçük bir kasaba, tüm oteller neredeyse sahil şeridine sıralanmış durumda ve sahil şeridini de en fazla yarım saatte yürüyebilirsiniz. Bizde sahilden yürümeye başladığımızda ilk karşımıza çıkan Kantina Cafe’de daha önce Yunan adalarında bulunan arkadaşlarımızın tavsiyesi ile Frappe ısmarladık ve gün batımının keyfini çıkardık. Gerçi bana Frappe çok sulu geldi, kahvesi az suyu fazla gibi. Ama Yunanistan’a gidip de frappe içmezseniz olmuyormuş 🙂
Güneşimizi batırdıktan sonra akşam yemeği için tavernalara bakalım dedik. Karşımıza Thalassa Restauran çıktı ki 3 gün boyunca favori yerimiz oldu. Taverna sahilde, kumsalın dibinde, tripadvisor sitesinde 3. Sırada yer alıyor. Gündüzde plajdaki şezlonglarından faydalanabiliyorsunuz. Plaja yakın olması Küçük Sıpa’nın sıkılmasını engellerken, bizimde göreceli olarak rahat bir yemek yememizi sağladı. Daha doğrusu benim dışımdaki herkesin rahat yemesini sağladı, arkadaşlar masada uzolarını yudumlarken ben sahilde oğlumla kumlarla oynadım, akşam yemeği zamanından bahsediyorum bu arada. Akşam yemeğinde 4 arkadaş farklı siparişler verdik, değişik tatlar keşfetmek adına. Bir arkadaşımız şarap soslu ahtapot siparişi verdi. Ahtapotun vantuzlarını sıyırmadan şarap sosuyla pişirmişler, ilk görüşte canlıymış gibi bir izlenim verse de tadı ve etin yumuşaklığı mükemmeldi. Bir diğer arkadaşımız sardalye siparişi verdi ancak şahsen ben tadına bakmadım. Eşim kalamar dolma, bense klasikten vazgeçmeyerek kalamar kızartma istedim. Kalamarın nasıl o kadar yumuşatıldığını bilmesem de içi pirinçle doldurulan dolma çok lezzetliydi. Benim siparişim kızartma ise Türkiye’deki gibi halka halka değildi, adamlar bütün kalamarı kızartmışlardı ve onunda tadı damağımda kaldı. Bu kadar çeşide ve yanında bir şişe uzoya göre fiyat ise oldukça makuldü. 4 kişi 60 euro ödedik. Siparişimizde salata, oğlum için çorba ve yoğurt da vardı.
İkinci günümüze ise kaldığımız otelde kahvaltıyla başladık. O da oldukça doyurucuydu, adı Yunan kahvaltısı olarak geçse de bizim ki gibiydi: sahanda yumurta, domates, peynir, zeytin, reçel… Bizden farklı olarak ballı yoğurt vardı. Ballı yoğurdu restoranların menüsnde tatlı olarak görebilirsiniz. Kahvaltımızdan sonra Plomari’ye doğru yola çıktık. Hiç durmaksızın yaklaşık 1,5 saat sonra Barbayanni Ouzo fabrikasına vardık. Fabrikada uzonun inceliklerini ve üretimini anlattılar bize ancak sıpamın peşinde koşmaktan hiç bir şey dinleyemedim. Sadece aklımda kalan uzonun buzsuz içilmesi, buz tadını bozuyormuş. Fabrikadan sonra ise arkadaşımızın Yunanistan’ın en iyi 7 plajı olduğunu okuduğu Agia Isidoros plajına gittik. Sezon daha başlamadığı için sahildeki işletmeler kapalıydı. Taşlı plajları sevmediğimden benim çok hoşuma gitmedi, deniz temiz gözüküyordu ancak buz gibi olduğundan denize de girmedim. Plajda birkaç saat geçirdikten sonra tekrar Petra’ya doğru yola çıktık.
Petra ile Molivos birbirine çok yakın 2 kasaba. O yüzden yolda giderken yemeğimizi Molivos’ta yemeğe karar verdik. Molivos dik yamaca kurulmuş bir kasaba, yine ön araştırmalarımda kalesinin manzarasının çok güzel olduğunu okudum ancak yol yorgunluğu ile hiç birimiz kaleye çıkmak istemedik. Önce sahilde yer alan bir tavernada yemeğimizi yiyip sonra sokaklarını keşfe çıktık. Kısa bir şehir turundan sonra tekrar otelimize geri döndük. Küçük sıpam o kadar yorgunluğa dayanamayıp erkenden uyuyakaldı, arkasından bizde. O yüzden ikinci gecemizi odamızda geçirdik.
Üçüncü günümüzde arkadaşlarımız Eresos’a gittiler. Bizse sıpamla tekrar bir araba yolculuğuna katlanamayacağımız için Petra’da kalmayı tercih ettik. Sıradan bir dinlenme tatili olarak geçirdik günümüzü. Gerçi benim niyetim Petra’yı keşfe çıkmaktı ama dediğim gibi küçük bir kasaba olduğunda 1 saatte keşif bitti. Petra’nın en önemli yapısı Meryem Ana Kilisesi. Petra düzlük bir alanda yer alıyor, kilise ise tam Petra’nın ortasında yüksek bir kayanın tepesinde, kiliseye 114 basamak ile ulaşılıyor, asıl adı Panagia Glikofilusa Kilisesi. Petra adını kilisenin yer aldığı bu kayadan alıyormuş, yunanca petra kaya demekmiş. Kilisenin içine kıyafetim uygun olmadığından girmedim ama merdivenleri tırmandıkça manzara görülmeye değerdi. Kasabanın tanıtımında Varelcidena konağından bahsediliyordu, duvar resimlerinin ve iç tasarımının eşsiz olduğunu yazmışlardı. Ancak gidip gezdiğimizde oğlumun tepkisi “boş” oldu. Evde dekorasyon adına hiç bir şey yoktu. Kesinlikle içine girmeye değmezmiş. Bir de 2 euro giriş ücreti aldılar. Kasaba turumuzdan sonra ise bir gece önceki tavernada öğle yemeği yedik. Bu sefer kabak çiçeği kızartması istedim ki merkezde yediğimizden çok daha güzeldi. Öğle yemeği sırasında tavernanın sahibi Maria ile tanıştık, güleç yüzlü, misafirperver bir ev sahibi J Günü dinlenerek tamamladıktan sonra akşam yemeğinde arkadaşlarımızla yine aynı yerdeydik. Bu sefer karides güveç söyledim, lezzetli olmasını yanı sıra deniz kabuğunda sunumu farklıydı.
Küçük bir dipnot, Molivos-Petra-Anaxos arasını isterseniz altta resmini gördüğünüz Village Train ile gezebilirsiniz. Trenin tek biniş ücreti 2.5 euro, sınırsız biniş ise 6 euro. Biz binmedik ama zamanı kısıtlı olanlar için güzel bir alternatif.
Dördüncü günümüzde Atina’ya yolculuğumuz var. Gezimizin 2. durağı diğer yazımda…
Sıpamla deneyimlerime gelirsek, kiraladığımız arabanın küçük, sıpamın da araba koltuğuna oturmaya direnmesi nedeniyle en sonunda yapmamam gerekeni yaptım, eşimden oto koltuğunu sökmesini istedim. O virajlı yollar için aslında riskti ama 1.5 saatlik yolculukla, 3 kişilik koltuğun 1.5 kişilik kısmını koltuk kaplayınca ve çocuk da oturmayınca mecbur kaldım. Oto koltuğu çok eskiydi sanırım rahat etmedi oğlum o yüzden oturmak istemedi. Normalde oto koltuğuna oturmakta sorun çıkaran bir çocuk değildir. Bebekle gidiyorsanız ve oto koltuğu kiralayacaksanız eski ve yıpranmış olma ihtimali var unutmayın. Yemek yediğimiz yerler de oynayabileceği kum ya da taş varsa keyfimize diyecek yoktu. İzmir’de şehir hayatında görmediği kumların tadını çıkardı küçük sıpam. Ve çocukla aynı gün içerisinde 1.5 saatlik yol git-gel yapılmazmış. Hem oğlumun uyku düzeni bozulduğundan keyifsizlendi, hem de küçücük arabanın içinde sabit kaldığından. Çocuk uyanık olduğu anlarda gezmek, oynamak istiyor arabada ise mümkün değil, doğal olarak da huysuzlandı. Son gün Petra’da kalmamız ise çok doğru bir kararmış oğlumla beraber dinlendik.
Midilli’de ise içimde kalan bizim yine adanın müzelerini, tarihini keşfetmemiz olmamız. Zagreb’e gittiğimizde de müzeleri es geçmiştik. Müzeye girseydik oğlum ne yapardı bilmiyorum, ilk 2 gün yol yorgunluğundan mı yeri değiştiğinden mi çok asabiydi. Son gün benim oğlum geri gelmişti J Asabiliği üzerinde olduğundan da arkadaşlarımıza müzeye gidelim diye teklifte bulunmak aklıma bile gelmedi. Benimde gezesim yoktu. Bir kere daha, bu sefer kültür turu ayarlamak lazım Midilli’ye…
Midilli’den aktarımlar bu kadar; birkaç güne Atina yazısı geliyor…